Günaydın,tünaydın,iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler… Günün hangi saatinde bu yazıya denk gelmişsen ve okuyorsan hayatına katkısı olsun. Uzunca zamandır bir deneme kitabı üzerinde mesai harcıyorum. Bu yazımda o denemelerimden bir tanesi. Umarım keyifle okursun.
Sanki yıllar, çok sayılı yıllar önce. Kâşifi tarafından keşfedilmiş bir ada gibiyim. Her ne kadar tarif edemesem de; var olmanın tam karşılığıyım ve bütün kutsal kitaplarda geçiyorum… Özellikle ilk ayetle yüksek sesle kulağıma fısıldamışlar hikâyemi. Mavi gezegen formumda ruhumla dengelendiğim günden beri bu versiyonum çok değişti. Özenle, binbir emekle yazılmış meğer kaderim.
Tesellim hayallerim, boyası daha yeni tamamlanmış umutlarım ve gelecek kokan yarınlarla ayakta durma telaşlarım… Bu gezegenden gitmeyeyim diye bütün pabuçlarımı dama atmıştı sanki Yaratıcım… Biliyordum, bir gün bu gezegen getirecekti beni bana. Kim bilir belki de bir dolmuşta ‘şuradan bir öğrenci uzatır mısınız?’ diye bir omuza dokunduğum, o anda hatırlayacaktım ruhumu…
Şimdilerde insanlar, adım adım sürükleniyor hikayemin bomboş sokaklarında. Hatırlıyorum, en son üniversite sıralarında sormuştum ‘hikayemi neden seviyorum’ diye, o an sessizleşip cevap verememiştim… Şimdi söylüyorum o sorumun cevabını.
Ben hikayemi neden seviyorum biliyor musun?
Hikayemdeki noktalama işaretleri birbirleriyle dans ediyor da ondan… Bu ruh, bu beden, bu hikayenin baş rolünün hakkını veriyor da ondan…
Keşke Travmaları ve Arayışlar
Keşke, sahneden ayrılan yan karakterler hayatından ‘gidiyorum’ dediğinde ‘gelirken ekmek almayı unutma’ diyecek kadar hafife alabilseydim gidişlerini, dediğim anlar benim de oldu… Üstüne kahvaltıyı hazırlayıp, sahneye aldığım insanların gelmelerini bekleyenlerdendim çoğu zaman. Bir kız çocuğunun babasının yolunu gözlediği gibi… Periler için bile çocukluk yitik bir cennetten ibaretse ben ne yapabilirdim ki…
İyi ki ben gitmemişim kendimden… Hem nereye gidecektim ki bu şehri peşime takıp? Yalancı baharlara aldanıp da mı gidecektim? Peki,gittim diyelim… Hangi boyut alıp basardı bağrına beni? Hangi paralel sistem hikâyesine kahraman yapardı? Hangi gezegen büyütürdü çocuksu düşlerimi?
Dediğim bir anda… Heyyyy…. Ben geldim…
Bu kâinata ait olduğumu her köşesine basa basa hissediyorum… Ben pabucunu kaybetmiş bir çocuk edasıyla kendimi aradım bomboş hikâyelerde – arkadaşlıklar, meslekler, eğitimler, kitaplar, dizi ve film senaryoları, dedikodu köşeleri, başkalarının dramları, öğrenciler, insanlar, insanlar…- hatırlıyorum…
Hayat taşlarındaki ayak izlerimi, inzivaya çekilmiş kuytu düşlerimi ve doğmayan çocuğumu parklarda aradım yıllarca… Çocuğu bir annenin nasıl ilk göz ağrısıysa, varlığımda benim ilk göz ağrımdı artık… Küçükken kalbine ne koyarsan seninle beraber o da büyürmüş ya; meğer ben büyütmüşüm kendimi bu hikayeyle.. Hayatıma giren oluşumlar falan bir-iki replik sadece…
Şimdilerde adım kadar aklımdayım… Adım; benim için ‘OKU’ emri… Hadi gel, diyerek dolaştırıyorum içimdeki kız çocuğunu bu gezegenin parklarında… Kalbime giden her kan pıhtısında doğanın kokusunu dolduruyorum… Yağmurlu havalarda bile kapatmıyorum pencerelerimi.. Ben sahneye çıktığımda belki duyamam, hissedemem kendimi diye…
İyiyim ben, merak etme diyorum Yaratıcıma… Oradan buradan bir kaç dal bitki, birisinden bir saksı, yeşillendiyorum etrafımı işte… İyiyim ben, çok iyi bakıyorum kendime… Mesela her nefeste biraz daha büyüyorum, başkalarını da büyütüyorum içimdeki ilim, sevgi ve aşk ateşinde… Parmağıma süremediğim oje değil tek derdim ya da kot pantolon ile kumaş pantolon arasında kalmam değil. Aksine gülmek için harika sebeplerim var diyorum.
Bazan bu gezegene ait olmadığım düşüncesi her aklıma geldiğinde, tutunmak için sebepler arardım… O zamanlar ben, Oğuzcum Atay’ın 21. yüzyıl dişi versiyonu gibi hissederdim… Eksik olmasın Albayım, hep tam mesaide benimle tabi… O an kendime olan öfkem volkanik bir dağ gibi yayılır içime, sonra yavaşça soğuyarak, küçülür küçülür ve yerini yine bir umuda bırakırdı.. Tutunmak kelimesi artık kulağıma küpeden ibaret ve ben küpelerimi hep yeniliyorum bu versiyonumla. Albayım baş tacım, yeri ayrı, kredisi sonsuz…
Hani gülmek için harika sebeplerim var, demiştim ya… Lütfen durumu magazine bağlayıp karşı cinslere anlam yükleme. Neyse, yine de sen bilirsin…
Yazımın başlığını sevgili Deniz Erten’in kitaplarından biri olan Kıyam-et (Uyanış)’tan ilham aldım. Çünkü hissettiklerimin tek kelime ile karşılığı gibi. Biz küçükken kulağımıza fısıldanan, korkulu bekleyişimizin sonucunda “nasılsa cehennemliğim” nidaları ile sözcüklere döktüğümüz sonra unuttuğumuz sihirli kelime. Meğer bu kelime benim kendi gerçekliğime uyanmanın anahtarıymış. Ruhumla bedenim böyle tamamlanacakmış. Sonra yıllarca benim hayat amacım ne diye sorgularken etrafa kendimi boşuna adadığımı keşfettim. Çünkü hiçbir insan iyi niyetinin kaşılığında defalarca aynı saygısızlıklara maruz kalmak istemez. Canım kar taneleri amaçlarını yerine getirirken hiç müdahale ediyor mu, diğerine… Böylece hayat amacımı yerine getirirken dengede kalmam gerektiğini keşfettim. Oysa benim amacım insanlara yıldızları göstermek değil; binlerce ışık yılı uzaklıkta sönmüş olmalarına rağmen nasıl parlak ve güzel göründüklerini hatırlatmak ve dengede kalmaktan ibaretmiş..
Kim bilir?
Belki sen de şuan kendi hayat amacını arama ve uyanma telaşlarındasındır. Telaşlanma sakın yalnız değilsin, demek istedim. Hayat amacını bulunca hayatındaki değişimlerin nasıl olacağı ile ilgili kendi hayatımdan bir nüans paylaştım. Kendimden bahsetmemi egoistlik olarak görenler var, olabilir. Bu benim sorunum değil ve ben aklını kullanan bir birey olarak altını çize çize söylüyorum. Hastalıklı bir toplumun içinde kendim olarak hikayemi tamamlamak istiyorum. Hepsi bu…
Peki, ya sen?
Kaliteli bir hikaye dilerim…
Not: Kayıp Denemeler İsimli kitabımın sayfa 16 da ki 5. deneme yazısıdır. Hakları şahsıma aittir.