Bir süre önce katıldığım bir eğitimde ( eğitimci, psikolog, kişisel gelişimci ve pdr cileri kapsayan ), cinsiyet eşitliğine vurgu yapmak ve içeriklerinde bu konuya tamamlayıcılık önerdim. Epey sert bir karşılık gördü ve konunun cinsiyet eşitliğiyle ilgisi olmadığını, konuyu dağıtmamak gerektiğini ifade ettiler.
Bugün sosyal medyada gezinirken, bu karikatürü gördüm. Taş devrinde iki erkek tekerleği icat edildiği resmediliyor ( tekerleği hangi cinsin bulduğuna dair bir kanıt yok ama ilk mühendislerin kadınlar olduğunu, Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer tarihine ilişkin kitaplarında okuyabiliyoruz. ) ve buldukları taş tekerleği farelere doğru yuvarlayıp, önce fareler üzerinde deneyelim, diyorlar. Eril bilim ve türcülük bu kadar iyi karikatüre edilebilirdi. Bilimin kendisinin eril, cinsiyetçi ve türcü olduğunun tartışıldığı ve bunların yansımalarını bugünlerde pandemi olarak yaşadığımız bir dünyada, insani bilimlerin herhangi bir branşında yapılan bir çalışmanın cinsiyet eşitliğiyle bağlantısı nasıl kurulamaz? Peki pandeminin eril bilimle, cinsiyetçilikle ve türcülükle ne alakası var? Covid – 19 un bildiğimiz ilk çıkış noktası olan Vuhan’da aşısız av hayvanlarının aşırı tüketimi, doğanın dengesini bozarak, doğada mevcut olan ancak doğanın dengesi sayesinde ( daha önce ) insanı etkilemeyen bir virüsün sebep olduğunu artık biliyoruz. Aşısız hayvanların aşırı tüketimi Çin’in Vuhan kentinde değil, dünyanın herhangi bir yerinde de benzer bir felakete yol açabileceğini de artık biliyoruz. Bir adım daha ileri gidip, aşılı ve hatta hormonlu ve antibiyotikli hayvanların ( tüm büyükbaş ve kümes hayvanları ) da insanda ve doğada dengeyi bozabileceğini biliyoruz. Bu ikinci kategori, böylesi küresel ve görünür bir felakete yol açmadığı için, pandemiyle karşılaştırılamayacak kadar az gündemimizde olan bir konu. Oysa ki, belki de ( ya da büyük olasılıkla ) son 20 yıldır yediğimiz hormonlu et, hormonlu sebze – meyveden dolayı insanın bağışıklığının düştüğüne dair bir varsayımda bulunmak mümkündür. İstanbul Havalimanı yapımı için katledilen ormanlar ve altın için kazılan Kazdağları da bizim coğrafyamız için benzer salgın veya pandeminin çıkış kaynağı olabilecek potansiyeldedirler. Bahsettiğim her iki doğa katliamı öncesi, ÇED raporunun olumsuz olması ve siyasetin buna rağmen bu projeleri hayata geçirdiklerini kamuoyundan artık hepimiz biliyoruz. Halen kamuoyunda büyük tepkilere yol açan Kanal İstanbul projesi de yine aynı eril bilimin, eril siyasetin ürünleridir. Tıpkı 50 yıl önce İzmit Körfezini PETKİM Körfezine çevirmeleri ve daha niceleri gibi.. 20. ve 21. Yüzyılın üretmeden/az üreterek hunharca tüketen insan profilinin ana kaynağı neydi peki? Bir önceki yüzyıllarda üretmeden tüketmeyi akıl edememiş insan, bu yüzyıllarda bunu nasıl yapmaya başladı? Elbette ki, siyaset bilim, sosyal bilim, sağlık bilimleri, mühendislik bilimleri sayesinde bunu yapabildi. Bilimde yüzyıllardır hakim olan erkek egemen felsefe, doğadaki tüm canlıları, tüm evren ve kosmosu insanın hizmetine sunar. Herkes ve herşey insan için yaratılmıştır ve insanın hizmetindedir. ( Üç semavi din de aynı şeyi söyler! )Hatta insan doğadan “ zarar gördüğünde”, bazı sosyal bilimcilerin yönlendirmesiyle, doğanın kendisinden intikam aldığını düşünür, böyle yorumlar. Pandemi vuku bulduğundan beri, son bir aydır, sosyal medyada hakim söylem buydu.. Doğa bizden intikam alıyor, deniliyordu. Yaşamın, bilimin ve felsefenin her alanında erilliği sorgulayan bir feminist aktivist eğitimci olarak, “ doğa bizden intikam alıyor ” söylemi yerine, “ bizim de parçası olduğumuz doğa, eril her türlü yaşam biçimine, egemenlik biçimine direniyor ” söylemini seçiyorum. İnsan eril bilimin yönlendirmesiyle doğayı hızla tüketiyor, fakat doğa, kendisine ait bir tür olan insandan ısrarla vazgeçmiyor. Bu pandemi sırasında veya başka mikro salgınlar sırasında insan bünyesinde üretilen antikorlar, yani bağışıklık kazanma olayı, sanki bunu gösteriyor. Doğayı kendi mülkü olarak algılayan, insan denilen türü de, tek bir cinsle, yani insanoğlu, bilim adamı olarak izah eden her türlü bilim; mesela virüslere ve bakterilere karşı mücadelesini de yine aynı eril mantıkla yapıyor. Deneysel çalışmalar, hayvanlar üzerinde yapılıyor. Üzerinde deney yapılan hayvanın yaralanması, zarar görmesi, hastalanması veya yaşamını yitirmesi, hiçbir bilimin konusu değil. Hayvan sağlığıyla ilgili çalışan bilim dalları, ya bizim yiyecek olarak tükettiğimiz hayvanlarla ilgileniyor ya da bizim birlikte yaşadığımız hayvanlarla. Dolayısıyla, girişte bahsettiğim karikatür, bugün yaşadığımız pandeminin sebebi olarak da yorumlanabilir. Ya da tartışmaya açılabilir. Bu hızlı ve hunharca tüketimin, doğada türlerin azalması ve insanın hastalıklara karşı bağışıklığının azalması gibi göstergelerinin dışında, halen içinde yaşadığımız gibi bir pandemiyle sonuçlanması, kaçınılmazdı. Son yıllarda daha fazla rağbet görebilen veganlık ve vejeteryan yaşam biçiminin felsefesini iyi anlamak gerekir. Kişisel olarak vejeteryan veya vegan değilim. Olma ihtimalim de pek yok. Ayrıca kronik bazı rahatsızlıklarımdan dolayı hayvansal protein almak zorundayım. Bunu niye ifade ediyorum. Genellikle bazı marjinal insanların veya gruplara mahsus uygulamalar olarak görülen her iki beslenme biçimi de, uygulamasak bile anlamamızı sağlayabilecek yaklaşımlardır. Yaşam biçimi olarak vejeteryan veya vegan olmayabiliriz. Hatta bazılarının etsiz bir hayat düşünemiyorum, dediğini duyar gibiyim. Ya da pandemi karantinaları bittikten sonra ormanda veya sahilde bir ızgaranın hayalini kuranlar hiç de az değildir. Pandemi sırasında yaşam biçimimizi nasıl düzenleyeceğimiz, bireylerin nasıl yaşama karar verdiğiyle ilgilidir. Ancak, acaba pandemi yaşam biçimimizde bazı değişiklikler yapabilir mi? Mesela… doğa, belki ağaçların, kuşların insan tarafından hunharca yok edilmesini önleyemiyor, ama kendisinin bir parçası olan insan türünün, bizzat insan eliyle yaratılmış tahribatlarına karşı uyumlu hale getirme çabasında. Doğa, böyle direniyor. Bizler de doğanın bu direnişine bir katkıda bulunup, kendi varlığımızı devam ettirebilmek için doğayla işbirliği yapamaz mıyız? Mesela, karantina sonrası mangal başına geçen herkes, aynı sıklıkla birer fidan dikse, hatta bunu çok özlediğimiz akrabalarımız, arkadaşlarımız, dostlarımız, mahallelimizle yapsak… çoluk çocuk ormanlık alanlarda mangal falan yapmadan, sadece kuşların eşsiz seremonilerini dinlesek… bağışıklık sistemimiz her türlü pandemiye karşı daha güçlü olmaz mı?
21.09.2020
Ayşe KISMET
Sosyolog
Felsefe Öğretmeni
Mesleki Yönelim ve Kariyer Danışmanı