Okullarda Gösteri Sezonu Başladı!

blog yazarı
Özlem Öznur Gökbulut

Okullarda Gösteri Sezonu Başladı!

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, bahara merhaba buluşması, yılsonu şenliği, okuma bayramı, hoş geldin yaz partisi, geleneksel pilav günü, mezuniyet töreni, veda partisi gibi gerekçelerle yapılan gösteriler için yer, müzik, kostüm, davetiye, ücret,  prova, prova, prova, prova…  derken bir telaş başlamıştır okullarda.

Özellikle okulöncesi kurumlarda bir işkenceye dönüşen ancak ne velilerin, ne öğretmenlerin,  ne de okul yönetimlerinin vazgeçemediği gösteriler pedagojik açıdan pek çok eksikliğine rağmen okullarda önemli bir yer işgal etmektedir.

Genellikle; drama, müzik, jimnastik, dans vb. gibi farklı branşların bir yıl boyunca yaptıkları çalışmaların velilere sunulduğu bu etkinliklerin “Gösteri”den öte “Gösteriş”e dönüştüğü göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle “Erken çocukluk eğitiminde gösteri yapılmalı mı?” sorusunu tartışmaya açmadan, yapılmaması gerektiğini aşağıdaki gerekçelerle söylemek uygun olacaktır.

Çocuk açısından baktığımızda; topluluk önünde sahneye çıkma, kendini ifade etme, ekip ruhu kazanma gibi kazanımlar söz konusu olabilir. Ama pratiğe baktığımızda; gösteride sunulacak performansa ilişkin çocuğun görüşü, isteği ve seçimi hiçbir zaman söz konusu olmaz. Öğretmen neyin sahneye taşınacağı konusunda karar verir ve modelle öğrenen çocuk için öğretmeni tekrar etmek ve taklit etmekten başka çare kalmaz. Bir çocuk için aylarca süren bu tekrarların ne kadar sıkıcı olduğunu tahmin etmek hiç zor olmasa gerek. Sıkıcı geçen bu süreci yönetebilmek için, “Gösteride/provada  istediğim gibi davranana  şeker  var” gibi ödül ve ceza üzerinden yapılandıran eğitim devreye girer. Tüm bunlara rağmen çocukların geneli için gösterilerden elde edilecek kazanımlar olabilir.  Ancak sahnede rolünü ya da sorumluluğunu unutan ya da eksik yapan bir çocuk için durum farklıdır. Yetişkinler için çok sempatik hatta komik olan bu durum çocukta aynı etkiyi yaratmaz ve komik duruma düştüğü için utanır, kendini çok kötü hisseder.

“Bu duyguyu bir çocuğa yaşatmaya,  belki de ömür boyu etkisi gösterebilecek topluluk önüne konuşamama ve sahne fobisi yaratmaya kimin hakkı var? “

Öğretmen için bir tür sınav olan bu gösterilerde en iyiyi hazırlamak, meslektaşlarıyla olan rekabet ve diğer koşullar öğretmenin gözünü kör eder ve o süreçte özne olması gereken çocuk hızlıca nesneye dönüşür.  Yetenekli(!) olan çocuk başrolü ya da sahnede önlerden bir yeri tartışmasız alır ve belirgin olan egosu bencilliğe ve erkenden starlığa doğru yolculuğa çıkar. Kendini performasın gereği olan dans, müzik ve rolle değil de başka bir şekilde ifade eden yeteneksiz(!) çocuk hiçbir zaman star olamayacağı bilgisinin verdiği üzüntüyle kendini değersiz hissetmeye devam eder.  Tüm farklılıklarına rağmen “her çocuk özeldir ve bireydir “ söylemi yerle bir olur.

Öğretmen açısından bu yük genellikle dışarıdan gelen drama, müzik, dans ve tiyatro eğitmenlerinin sorumluluğundadır. Alanlarında aldıkları eğitim ve yetkinlikleri tartışmaya açık olan eğitmenler genellikle haftada bir gün bir ders saati sınırlılığında çocuklarla birlikte olmakta, öğrenci başı ücret almakta ve bu yaygın tutum kocaman bir rant oluşturur.  Henüz ülkemizde öğretmenlik olarak tanımı yapılmayan drama başta olmak üzere bir çok alanın kirlenmesine neden olmaktadır. Bir dönem etkinliğini yapıp ikinci dönem gösteriye hazırlanmak program yapma zorunluluğunu ortadan kaldırdığı için gayet pratik olmakta ve birkaç yıldan sonra biriken gösteri dağarcığı ile düşünmeye bile gerek kalmadan gösteri hazırlanabilmektedir.  Özellikle okulöncesi dönemde “sonuç değil süreç önemlidir “ gerçeği işlerliği kaybetmeye başlar.  Tek sorun veliyi memnun edecek rolü her çocuk için bulabilmektir.

Okul yönetimi açısından ise; okul müdürünün okul aile işbirliğine, veli katılımı konularında farklı yöntemleri bilmemesi ya da tercih etmemesi, gösteri ve yan sanayisi(!) üzerinden okula maddi kaynak yaratabilmesi, sanat eğitimi konusunda yetersiz bilgisi, velinin isteklerine boyun eğmesi ve gerçekten çocuk merkezli bakış açısının olmaması nedeniyle gösteriler kurum kültürünü önemli bir öğesi olarak yer almaktadır.

Veliler açısından bakıldığında, çocuğunun yaptığı her şey kendisine muhteşem gelen anne baba sahnede gördüğünü yaşam başarısı gibi algılar.  Çocuğun sanatsal ve estetik gelişimi konusunda yeterli bilgiye sahip olmaması okuldan beklentisini sığ bir biçimselliğe taşır. Fotoğraf ve video çekmekten gösteriyi nitelikli biçimde izleyemeyen veliler, anı yaşamak ve çocuğun kazandıklarını görmek yerine anı belgelemekle zaman geçirir. Bu durumda çocuğun bireysel ve gelişim özellikleri, öğrenme stilleri, kendisiyle barışık olması özetle “birey” olması çok üstte kalan kavramlar oluverir.

Sözgelimi 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda “Hadi, hadi, hoş geldin yar”, “Ankara’nın bağları”  gibi popüler kültürün dayattığı parçalarla hazırlanan danslarla kutlamak amaç ve sonuç açısından çok çarpıcı örneklerdir. Sözde çocuklar için düzenlenen bu özel ve güzel günlerde çocukların “eğlenen” değil “eğlendiren” durumunda olması çocukların hak ihlaline girmektedir.

Yukarıdaki betimlemeler ve tespitler yirmi yılı geçkin okulöncesi kurumlarındaki yaşantı ve gözlemlerden hareketle yazıya dökülmüş olup bir yargı içermemekte ve istisna örnekleri kapsamamaktadır. Elbette çocukları örselenmediği, zorlanmadığı, merkezde olduğu, kendi seçimi ile şekillenen, okul aile iletişimini güçlendirecek pek çok özgün ve yararlı etkinlik yapılabilir ve yapılmaktadır. Bu başka bir yazının konusu olacak kadar önemlidir.

Herkesi kuşatan tüketim kültürünün bir sonucu olduğunu düşündüğüm “Gösteri(ş)”lerin eğitim süreçlerinden çıkarılması ve hızla büyüyen bu ranta son verilmesi konusunda eğitimcilerin ve ebeveynlerin sorumluluk alması kaçınılmazdır. Her şey çocuklar için!

Ö.Özlem Gökbulut

Okulöncesi  Eğitimcisi