KAYIP ZAMANIN İÇİNDE

Blog Yazarı
Bilge Sevil ASLANv

Zaman sanki elimden alınan bir hamur parçası, ben şekillendirirken birden onun içinde buldum kendimi! Değişik bir yapısı var konumunuzu koruyamıyorsunuz zaten nerede olduğunuzu da bilmiyorsunuz ama kendini bilmez bir savrulma hali de yok, sanki her şeyin farkındasınız. Hamur çok metamorfik olduysa belki şu daha tanıdık bir benzetme olur: Sanki hafif dalgalı bir denizin ortasında yüzüyorum; buraya nasıl düştüm, hangi denizdeyim bilmiyorum. Akıntıyla konumum hep değişiyor ama yine de karaya ulaşacakmışım gibi akıntıya karşı yüzmeye çabalıyorum. Karayı bulsam çıkar mıyım, sanmıyorum; akıntıyı takip etmekten niye korkuyorum, bilmiyorum. Hayır, bu deniz değil zaten yüzmek de değil benimkisi, asılı kalmak; hamur gibi bir şey bu; biraz alkol kokusu bile var belli ki mayalardan beni çakırkeyif yapan.

Ve zaman geçiyor, zaman böyle geçiyor ama ben ne oluyor böyle; nasılını, niçinini sormaktan vazgeçtim ne zaman kayboldum? Marcel Proust’a başladığımdan beri…

Ve işte alınan her türlü önleme rağmen yine başıma geldi, Marcel Proust girdabı!

Bugün size zamanı durduran, ele geçiren ve istediği gibi yöneten birinden bahsedeceğim, sevgili Marcel Proust’tan. Bir hafta önce (10 Temmuz) doğum günüydü, tekrar anmış olduk kendisini. Tabi ben hatırlamaktan ziyade unutmaya çalışıyordum! Zira iki ayı aşkındır elimde dolanan Swann’ların tarafını hala bitiremedim yani kabahat benim ve hatalarımdan kaçmak istiyorum. Kitap bitmiyor çünkü inat edip kitabı okumuyorum. Çünkü bu girdaba bir daha girmek her zamanki gibi beni korkutuyor.

Daha önce Proust okudum, biliyorum neler olduğunu. Uykusuz geceler, melankolik bir hava, anlamsız bakışlar… bunlar tanıdık şeyler, anlaşılıyor dışarıdan bakılınca ama buz dağının görünmeyen bir kısmı var, nasıl anlatsam bilemiyorum: Düşünün ki asırlardır çözülemeyen bir derde derman bulmuşsunuz, yani dert dediğim öyle bir şey olmuş ki hayat resmen onunla inşa olmuş. İnsanlar öyle benimsemiş onu ve dert olmaktan çıkmış, güya. Yılanın başı o ama kimse farkında değil ya da gördükleri halde başlarını çevirmişler öte yana. Oysa siz çevirmemişsiniz başınız, bununla da kalmamış dermanı da aramışsınız, ne kadar yıldırmaya çalışsalar da onlar, yine de aramaktan vazgeçmemişsiniz ve bulmuşsunuz sonunda. Bu nokta “Ben Proust okuyorum!” noktası, diğerlerinden farklısınız.

İşte, tam da orada, uzansan ellerinin arasında; çözüm çok yakında ve seni bekliyor. Tabi, her şeye rağmen onu arayıp bulmak yorucuydu; siz de durup dinleniyorsunuz, zafere hazırlanıyorsunuz aslında zaferi dinginlikle kucaklamak için. Telaşeye gelen kutlamalar, kutlama mıdır? Anın tadı en güzel dinginlikle çıkar. Fakat dinlenip kendinizi hazır hissettiğinizde ,”ne değişecek ki; hayat zaten bu sorunun üzerine kurulmamış mıydı?” sorusu tüm o yorgunluktan daha ağır çöker üstünüze. Birden vazgeçersin sen de uzanır bir ağacın dibine manzarayı seyredersin. İşte burası Marcel Proust okumanın keyifli anıdır. Bezginlik ve yılgınlık değil bu, vazgeçmek birdenbire ve bulutsuz bir gökyüzü ile baş başa kalmak.

Ama Proust sadece keyif vermez yüksek bir bilinç de kazandırır. İlk aşama fark etmektir; sorunu ve çözüm olabilecekleri. Sonra gerçek hayatı fark edersiniz ve Proust’un dünyası ile karşılaştırınca hepsinden vazgeçersiniz. Artık keyif alma zamanıdır zira hayat keyif almaya değerdir en az Proust okumak kadar. O cümleleri ilk okuduğunuz anın tadına varırsınız her sayfada daha da lezzetlenir, sayfaları hatırladıkça sofra daha da bereketlenir. Güçlü bir hedonistseniz Proust okumayı sizlere tavsiye etmem çünkü en ağır bölüm şimdi başlar: yüksek bilinç!

Hayatın nasıl güzel olduğunu, nasıl güzel yaşanacağını fark etmek; yaşamanın keyfine varmak, doyasıya yaşamak ve sonra insanların kendi yaşamlarını yine kendi elleri ile nasıl rezil ettiğini görmek… yaradılışımızdan veya Dawkins’in dediği gibi evrimin kaçınılmaz bir sonucu olan acı çekmeyi ve bundan insanların mutlu olmasını görmek. Dert dediğimiz derman mıymış yoksa? O manzara vardı ya vazgeçip her şeyden, ayaklarınızı uzatıp izlediğiniz; Jean Babtiste Granouille’nin doğduğu balıkçı tezgahları gibi manzara. Bu kötü koku insanlardan mı geliyor hayatın kepazeliğinden mi, emin değilsiniz ama yapılması gereken oradan bir an önce uzaklaşmak, yani kitabı bırakmak mı?

“Albertine’in bir an önce dönmesi gerekiyordu. Bununla birlikte, dönüşü, beni o kadar mutlu etse de, kısa süre içinde, aynı sorunların baş göstereceğini ve mutluluğu manevi arzunun tatmininde aramanın, dümdüz yürüyerek ufka varmaya çalışmak kadar nafile bir uğraş olduğunu da seziyordum.”

Elinizde güç olsa Albertine’i geri getirir miydiniz? Albertine dönse git der miydiniz? Albertine gidince yine aynı üzüntülere boğulur muydunuz? Albertine’in gitmesi mi sorun dönmesi mi? Zaman bize ne getirirse getirsin, üzerimizdeki melankolik hava gidebilir mi artık? Metaforu bırakalım, söylemeye çalıştığım Proust’u anlayıp onu anlamamış, okumamış gibi yaşamaya devam edebilir miyiz? Girdap dediğim de bu işte. Artık nasıl doya doya yaşayacağınızı biliyorsunuz, sorunu gördünüz, çözümü de, nasıl kendinizi üzdüğünüzü, hayatınızı mahvettiğinizi de biliyorsunuz ve ister göz yaşı dökün ister gülün ister şikayet edin ister övünün, bunlarla nasıl da güzel, keyifli yaşadığınızı biliyorsunuz.

Anlatabiliyor muyum? Proust okumak tarifi zor bir şeydir. Proust’tan okuduğunuz her cümle için kafanızda yeni bir roman yazarsınız, kendi hayatınızdan bir roman; her paragrafta yeni bir cilt daha, her sayfada bir tane daha… kendinizi anlamak, hatalarınızla ya da şımarıklıklarınızla yüzleşmek sonra her şeye rağmen kendinizi sevmek ve azat etmek; işte Proust’un bizi düşürdüğü haller. Gelmiş geçmiş tüm yaptıklarımızı, düşüncelerimizi, duygularımızı irdeletir. Ama her ayrıntının bir ayrıntısı daha vardır, bu yüzden de bu bitmez tükenmez bir kaostur. Marcel Proust okumak hiç kolay bir iş değildir.

Swann’ların tarafı 3 bölümden oluşan bir kitap. Ben birinci bölümü bitirdim ve hızlıca kaçtım. Ben bırakmakta buldum çözümü, hiç okumamış gibi bıraktım. Ama 36 gün sonra yani bugün 18 temmuz 2018 akşamında kitabıma geri dönüyorum. Çünkü bence her ne kadar Proust’un uzun cümlelerinde kaybolmak, girdabın içinde umutsuzca değil ama umudun saçmalık olduğunu bilerek savrulup durmak yorucu olsa da ondan kaçmanın anlamsızlığı ile yaşamaktan iyidir. Hayat kısa ama kendinizi bulmadan, kim olduğunuzu bilmeden kaçamazsınız yaşamdan. Ölüm döşeğinde de olsa yaptığınız her şeyle yüzleşeceksiniz, hepsi hatırınızda saklı yokmuş gibi yapsanız da bir gün kim olduğunuzu öğreneceksiniz. Şanslıysanız kendinizi ölüm sizi bulmadan bulursunuz ve o zaman yeniden doğmuş gibi doyasıya yaşarsınız. O yüzden de hazır zamanınız varken Proust’a bir göz atın. İlk zamanlar zamanın içinde kaybolduğunuzu şansınızda izini bulacaksınız oysa okumazsanız kaybolduğunuzun bile farkına varamayacaksınız.

marcelproust

Life is too short, and Proust is too long