BUHARA’DAN KONYA’YA İRFAN MİRASI

BUHARA’DAN KONYA’YA İRFAN MİRASI

Cibril hadisinde de geçtiği üzere İslam düşüncesinin üç temel kurucu metodolojisi vardır. Hadisin orijinaline göre söylersek bunlar İman-İslam-İhsan adını alırken, bilim dalları olarak söylediğimizde Kelam-Fıkıh-Tasavvuf olarak ifade edilir. Bunu daha soyut ve ilkesel düzeyde ifade edersek Tevhid-Adalet-Mahabbet üçlüsüne ulaşırız. İrfan geleneği bu üçlülerin üçüncüsünün temsil ettiği şeydir. Kelam ile ortaya konulan metodoloji metafizik güveni, fıkıh düşüncesi sosyal güveni sağlamayı ifade ederken, tasavvuf düşüncesi ise kendilik bilinci sağlamaya karşılık gelmektedir. Tasavvuf geleneği aynı zamanda kalb-i selim düşüncesini temsil eder. Bunların Orta Asya ve Anadolu tecrübesindeki adları ise Mâtüridî-Hanefî-Sûfî düşünce olarak ifade edilebilir. Buradaki sûfîlik içerisinde Yesevîlikten Mevlevîliğe, Nakşbendîlikten Bektaşiliğe, Halvetîlikten Celvetîliğe birçok meşrep çizgisi yer almaktadır.

Tasavvuf, İslâm’ın zâhir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî ve derunî hayat tarzını ifade eder. Bir anlamda tasavvuf, Allah-insan ilişkisini samimiyet ve doğruluk açısından konu edinir ve İslam’ın ahlaki boyutunu temsil eder. Ayrıca tasavvuf, metafiziğin meselelerini de yeniden yorumlayarak İslam düşüncesinde açılımlar sağlar. Dolayısıyla İslâmî ilimler içerisinde Kelam ve Fıkhın yanında farklı bakış açılarına kaynaklık eden bir faaliyet sahasıdır.

Tarikatların yaygınlaşmasıyla birlikte tasavvuf sosyal yapının ayrılmaz unsuru haline gelmiş ve toplumun her kesiminin çok yönlü beklentilerini cevaplama refleksi geliştirmiştir. Bütün kültürel tezahürlerde iz bırakan tasavvufî tecrübe, İslâmî ilimler tarihi açısından çeşitli evreleri göz önünde bulundurulmak suretiyle yeniden okunmaya elverişli bir araştırma alanı olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle tasavvuf ilminin dini ve toplumsal boyutlarının kapsayıcı olarak incelenmesi ancak diğer İslami ilimlerle ve de tarih, edebiyat, felsefe gibi farklı disiplinlerin ortak çabasıyla mümkün olacaktır.

14. yüzyılda Orta Asya’da yaşayan ve Buhara’da metfun olan Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri gönüllere Allah ve resulünün sevgisini yerleştirmek için çaba sarf etmiş, âlimler ile sûfîleri, medrese ile tekkeyi yakınlaştırmak için uğraşmış bir gönül eridir. Onun sevenleri ile devam eden bu tasavvuf ve maneviyat yolu İslam dünyasında Hindistan’dan Balkanlar’a, Yemen’den Kafkaslar’a kadar geniş bir coğrafyada yayılma imkânı bulmuştur. Bu yolun takipçileri tarih içinde önemli roller üstlenmişlerdir. İslamiyet’in yayılması için çalışmaktan fakir fukaranın doyurulmasına, bidatlerle mücâdeleden İslâmî ilimlere katkıya, millî mücadelelere destek olmaktan aşiret ihtilaflarını gidermeye varıncaya kadar çok geniş bir sahada rolü ve etkisi olmuştur. Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri “El kârda gönül yârda” sözünü esas alıp, tasavvufî eğitim aldığı dönemde Orta Asya’nın Buhara şehrinde yolları temizlemiş, sokak hayvanlarının bakım ve tedavisini üstlenmiş, medreselerin temizliğiyle ilgilenmiştir. Böylece topluma hizmeti esas alan aktif, aksiyoner bir tasavvuf anlayışı geliştirmiştir.

15. yüzyılda Fâtih Sultan Mehmed döneminden itibaren Osmanlı coğrafyasında etkin olmaya başlayan Nakşbendîlik “Anadolu irfanı” diyebileceğimiz tasavvufî İslam anlayışına önemli katkılar sağlamıştır. Bu yolun büyükleri, diğer maneviyat erleri gibi, topluma ahlak ve maneviyat aşılamış, yazdıkları eserlerle kültür ve gönül dünyamızda derin izler bırakmışlardır.

Konya’nın kardeş şehri Buhara’da Silsile-i Aliyye büyükleri yaşamıştır. Bunlar Özbekistan’da halen yedi pirler olarak bilinir. Bunlar Abdülhâlık-ı Gucdüvânî, Arif-i Rivgerî, Hâce Mahmud İncîrfağnevî (ö. 715/1315-16 [?], Ali Râmîtenî (ö. 715/1315), Muhammed Bâbâ Semmâsî (ö. 736/1335-36 [?]), Seyyid Emir Külâl (ö. 772/1370), Seyyid Muhammed Bahâeddin Nakşbend’dir (ö. 791/1389). Ayrıca Semerkand’da da Silsile-i Aliyye büyüklerinden Ubeydullah Ahrâr’ın (ö. 895/1490) kabri bulunuyor.

Orta Asya’da Hâce Yusuf Hemedânî, Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî ile Anadolu’da Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sareddin Konevî gibi tasavvuf büyüklerinin yorumlarıyla bir medeniyet sürekliliği ortaya çıkmıştır. İslam dünyasının mezhebî ve etnik çatışmalara sürüklenmek istendiği günümüzde birlik ve beraberliğe, Orta Asya’dan Anadolu’ya, daha özelde Buhara’dan Konya’ya uzanan irfan düşüncesinin kuşatıcılığına ve hoşgörü ruhuna her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz açıktır. Böyle bir dönemde tarihimizdeki yıldız şahsiyetleri ve onların irfan anlayışını tekrar keşfetmek, insanımıza ve özellikle de gençlerimize tanıtmak ve günümüze ışık tutmak için bu tür sempozyumlar son derece faydalı olacaktır.

XIII. YY. MEDENİYET MERKEZİ KONYA
XII ve XIII. yüzyıl Batıdan gelen Haçlılarla, Doğudan gelen Moğolların tüm Türk ve İslam dünyasını kasıp kavurduğu bir zaman dilimi içerisinde yer almaktadır. Bir yüzyıla mal olan Haçlı Seferleri ile yıpranan Anadolu, üzerinde yeni kurulmuş olan Türkiye Selçuklu Devleti’nin devlet sisteminin tam anlamıyla oturmasını da geciktirmiştir. Bu kez XIII. yüzyılda başlayan büyük Moğol istilası, doğrudan Türk-İslam dünyasını derinden etkilemiş, özellikle Yassı Çemen sonrasında, Türkiye Selçuklu Devleti ile Moğollar arasında tampon vazifesi gören Harzem ülkesinin yıkılmasıyla da Moğol tehlikesi doğrudan Anadolu üzerinde hissedilir olmuştur. Bunun yanında Moğollardan kaçan birçok, âlim, ârif, bilim adamı, sanatkâr İslam Dünyasının en güvenilir ülkesi olan Türkiye Selçuklu devletine akın akın gelmekteydiler.

Bu dönemde Türkiye Selçuklu Devleti’nin başında bulunan I. Alâeddin Keykubâd, Moğol zulmünden kaçan âlim, ârif, bilim adamı, sanatkârı başşehir Konya’ya davet ederek bizzat teveccühte bulunmuştur. Orta Asya’dan başlayan Moğol yıkımı, Türkiye’de tam ters bir istikamette neticelenmiş, özellikle başşehir Konya’ya gelen bu kişiler sayesinde Türkiye Selçuklu Devleti ilmî ve entelektüel anlamda çok yüksek bir seviyeye kavuşmuştur. Özelde Konya’da, genelde Türkiye Selçuklu Devleti sınırlarında aradı ardına açılan medreseler, zaviyeler, tıp fakülteleri, bilim ve sanat merkezleri ile XIII. yüzyıl İslam Dünyasının her anlamda ana merkezi Türkiye olmuştur. Aynı zamanda İslam Fıkıh ve Düşünce Sisteminin ekol kurucu âlimleri, filozofları, kelamcıları ve sûfileri açtıkları okullar sayesinde özellikle Konya’yı merkez haline getirmişlerdir. Taşkent, Buhara, Merv, Semerkant, Şâş, Herat, Nişabur gibi merkez şehirlerin içerisinde XIII. yüzyılda artık Konya’yı bir merkez şehir olarak görmekteyiz.

Editör
Türkiye Eğitim Kampüsü - İlkokul ortaokul lise üniversite eğitim etkinlikleri duyuruları.