Anaokulu deyince aklınıza gelen görüntüler neler?
Rengarenk sınıflar mı? Etrafa saçılmış oyuncaklar mı? Minik masalar, sevimli sandalyeler, etrafına çocukların dizildiği yuvarlak bir halı, duvarlara asılı yazılar ve resimler, ortalıkta dolaşan minyatür bedenler mi?
Bunların hepsi aklınızdan geçmiş olabilir. Ama eminim çoğunuz bütün bunları dört duvar arasında hayal ettiniz, yanılıyor muyum?
Bir an için hayalinizde ördüğünüz o duvarları yıkın. Zihninizin kapılarını kocaman, etrafı ağaçlarla çevrili, yemyeşil bir bahçeye açın. Üstüne de devasa bir simit şeklinde bir yapı yerleştirin: Tokyo’daki Fuji Anaokulu’na hoş geldiniz!
Okulun mimarları, kendileri de anne baba olan Takahuru çifti. Mimari tasarımın arkasındaki vizyon, “çocukların bağımsızlık ve özgürlük duygusunu arttırmak”.
Fuji Anaokulu’na devam eden 500 çocuk var. Okul binası, dev bir oyuncak gibi tasarlanmış! Mimarlar, “Çocuklar daireler çizerek koşmayı sever” ilkesinden yola çıkarak oval bir mekan yaratmışlar. Çocuklar, çevresi 183 metre olan ovalin etrafında özgürce koşuyorlar. Koşarak bir bilinmeyene doğru uzaklaşmıyorlar elbette, ne de olsa “daire” bu; uzaklaşıp gidebilecekleri en uzak nokta başlangıç noktaları!
Okulda her şey o kadar açık ve şeffaf ki, köşeye sıkışmak mümkün değil! Böyle bir ortamda kimsenin bir diğerini “köşeye çekip” zorbalık yapması da mümkün değil, çünkü köşe diye bir şey yok. Büyük olasılıkla “köşeleri olan” insanlar da çıkmaz buradan!
Ovalin ortasında geniş bir oyun alanı var. Bir okul gösterisi ya da toplantı olduğunda, çocuklar ovalin üst kısmına çıkıyorlar. Yan yana oturup ayaklarını kenardaki korkuluklardan aşağıya sallandırarak, hep birlikte aşağıdaki gösteriyi izliyorlar. Bu tasarım bana İtalyan Reggio Emilia anaokulu mimarisini hatırlattı. Dünyaca ünlü bir model olan Reggio modelinde de, sınıflar ortadaki bir “piazza”ya, yani bir meydana açılır. Burası, herkesin toplandığı bir şehir meydanı gibidir.
Fuji Anaokulu’nda ön, arka, iç, dış gibi bir kavram yok. İç ve dış mekan arasındaki geçişler çok belirsiz. Birbirine geçişte vize istemeyen ülkeler gibi! Bir bütünlük ve dostluk havası var. Reggio’nun mekanları da aralarında net sınırlar olmayan, akışkan mekanlardır. Çocuklar mekanda serbestçe dolaşırlar. Bu tarz bir açıklık sayesinde etkileşim de artar. Birlik duygusu pekişir. Zaten amaç da budur. Genel olarak “açıklık” bir değer olarak benimsenir. Mimari tasarım bu vizyondan beslenir.
Mimari; insan karakterini, davranışını, dünya görüşünü şekillendirmede ne kadar önemli bir rol oynuyor. Düşünsenize, böyle geçişken bir ortamda yetişen çocuklar, ileride belki de vize uygulamasına da karşı çıkmazlar mı? Dört duvar arasına sıkıştırılmış sınıflara, kübikler halinde düzenlenmiş iletişimsiz ofis ortamlarına, insanları birbirinden ayrı düşüren her türlü uygulamaya hayır demezler mi? İyi bir dünya, iyi düşünülmüş ve iyi niyetli bir okul öncesi eğitim vizyonuyla mümkün olabilir.
Fuji Anaokulu inşaatında, ağaçlar kesilmemiş; binanın içinden geçiyor. Türkiye’de olsa, o ağaçlar kesilip yerine herhalde Fuji-san MyWorld yapılırdı! Hem ağaçlar kadar güzel eğitim aracı mı var? Ağaca tırmanma, çocuklarda başarma ve zafer duygusu yaratıyor. Ağaçların altlarına da ağlar koymuşlar. Çocuklar ağaçlara tırmansın, düşerlerse ağlara düşsünler diye! Bu okul, aileleri ve çocukları farklı şekilde “ağına düşürüyor”!
Çocuklarda doğa ve ağaç sevgisi had safhada. Öyle ki, fotoğraflardan birinde çocuklardan biri ağaca tırmanmış, dişlerini kabuğuna geçirmiş, ağacı yemeye çalışıyordu!
Mimar Takahuru, “Ortamda bir doz tehlike de olmalı” diyor. Oyun alanındaki bazı yerler biraz yüksek ya da dar tasarlanmış. Çocuklar buralara inip çıkarken birbirlerine yardım ediyorlar. “Gelecek nesil işbirliği içinde olsun” ilkesinden yola çıkarak okulu böyle tasarlamışlar. Çocukların birbirlerine yardım edebilecekleri olanakları “bilinçli olarak” oluşturmuşlar. Bu vizyonerlik değil de nedir?
Hoş, Türkiye’de “bir doz tehlike”yi özellikle planlamak gerekli değil. Bizde tam tersi, birçok ortamda “bir doz güvenlik” var. Çocukların okullarda düşen kapıların, lavaboların altında ezilebildikleri bir ülkede yaşıyoruz.
Geçen gün, doğayla iç içe başka bir anaokulu modeli daha gördüm: “Orman Anaokulu” deniliyor. Bu okullar özellikle Avrupa’da çok yaygınmış. Almanya’da 1000’in üzerinde Orman Anaokulu varmış. “Hiperaktivite” sıkıntısı yaşayan çocuklar, ilaç tedavisine gerek kalmadan buralarda düzeliyorlarmış. Bunun da ötesinde, doğayla iç içe eğitimde, çocukların daha iyi problem çözebildikleri, daha eleştirel düşündükleri ve daha sebatkar oldukları belirtiliyor.
Mimar Takaharu da, Fuji Anaokulu’ndaki çocukların odaklanabilme becerilerinin çok yüksek olduğunu söylüyor. Takaharu’ya gidip “hiperaktivite, Ritalin, ilaç” desem, herhalde “Zihnin bulanmış, şu ovalin etrafında bir tur at gel, biraz oksijen al, açılırsın” diye cevap verirdi.
Şaka bir yana, düşünmeden edemiyorum: Hiperaktivite, bir “mimari tasarım bozukluğu” olabilir mi? “Yanlış mekanlara hapsedilmiş küçük bedenlerin ilaç kullanmak zorunda bırakıldığı mimari tasarım bozukluğu”. Bir gün hiperaktivitenin böyle tanımlanmasını diliyorum. En azından yükü çocukların omzundan alan bir tanım olur. Uzun süre hareketsiz kalınan ortamlarda, hareket ihtiyacı duyduğu için ilaç verilen çocuklara içim acıyor.
Sorun sadece mimari tasarım sorunu değil elbette. Çocuklara küçükten sorumluluk öğretilmemesi, kuralsız ilkesiz ev ortamları, küçük yaşta ekran bağımlısı haline dönüştürülen çocuklar… Bir de koskoca bir ilaç endüstrisi var tabii. ABD’de ve Fransa’da hiperaktivite için reçetelenen ilaç oranı, sizce iki ülkeden hangisinde daha yüksektir? ABD’de. Neden? Çünkü ABD’de hiperaktivite, biyolojik bir sorun olarak tanımlanıyor. Tedavisi de biyolojik ilaçlarda aranıyor. Fransa’da ise çocuk “hapı yutmadan önce” doktorlar sorunun altındaki olası diğer sorunlara bakıyorlar: Çocuğun sosyal ortamını araştırıyorlar. Aile ortamını inceliyorlar. Önce psikoterapi ve aile danışmanlığı yöntemlerine başvuruyorlar.
İlaç vermek bu kadar kolay olmaya devam ettiği sürece, bunu ısrarla yazmaktan vazgeçmeyeceğim. O omuzlar bu ağır yükler için çok küçük!
Çocuklar ne vizyonsuz fiziksel mimarimizin, ne de vicdansız düşünce mimarimizin mağduru olmayı hak ediyor… Onlar, bugün onlara vermeyi seçtiklerimizden çok daha iyisini hak ediyorlar.
Dr. Bahar Eriş
www.bahareris.com