ZEKA VE YETENEK KONGRESİ’NDEN NOTLAR- II

Blog Yazarı
Bahar Eriş

ZEKA VE YETENEK KONGRESİ’NDEN NOTLAR- II

‘Bir Zen ustası sükunetine bürünerek, kapımın önünü süpürmeye devam ediyorum.’

İnsan, denizin olmadığı yerde
Umut adına,
Martı olmalı….

-Nazım Hikmet

Akıldan, zekadan, aklıselimden yoksun çağdışı uygulamaların ülkeye damgasını vurduğu bir dönemden geçerken, zeka ve yetenek kavramlarından söz etmek bazen havanda su dövmek gibi hissettirmiyor desem yalan olur. Boşu boşuna mı konuşuyoruz, ne için eğitim veriyoruz, ne değişecek? Etrafımdaki bir çok insanın da benzer bir kaygı içinde benzer soruları sorduğunu görüyorum.

İşte tam o umutsuzluğa düşeyazdığım anlarda aklıma yeğenlerim Ali ve Zeynep geliyor, etrafımdaki pırıl pırıl insanların özenle yetiştirdikleri pırıl pırıl, zehir gibi diğer çocuklar geliyor; aklıma çocukları getiriyorum… Üniversitede öğrencilerime düşünen, sorgulayan, modern bir rol model teşkil ederek bir etki yaratmaya çalışıyorum; onları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik etmeye çalışıyorum… Bu köşede doğru olduğuna inandığım eğitim uygulamalarını yazarak ve yanlış olanı eleştirerek bir etki yaratmaya çalışıyorum. Bir Zen ustası sükunetine bürünerek, kapımın önünü süpürmeye devam ediyorum, yapabileceğimin en iyisi bu… Kendi kapımızın önünü süpürmek yapabileceğimizin en iyisi. Robert de Niro’nun harikalar yarattığı Taksi Şoförü filminden bir replik aklıma geliyor: “Bir gün güçlü bir yağmur yağacak ve caddelerdeki bütün bu pislikleri temizleyecek”. Ben kapımın önünü süpürmeye devam edersem, belki bir gün yağmur yağdığında pislikler daha kolay temizlenir…

İşte bu parçalı bulutlu zeka ikliminde, çalışmak ve umut etmekten başka bir seçeneğim olmadığı inancıyla, Zeka ve Yetenek Kongresi’nden notların ikinci bölümüyle devam ediyorum:

• İlk gün düzenlenen Zeka ve Yetenek Kavramlarının Yeniden Çerçevelenmesi oturumunda, açılışı ve moderasyonu yapan sinirbilimci Dr. Sinan Canan beyinle ilgili ilginç bir sunum yaptı: Beynin bir bilgisayardan kategorik olarak çok daha üstün olduğunu, beynin bir hayatta kalma donanımı olduğunun altını çizdi.

• Ortalama olarak 1,4 kg ağırlığında olan beynin su, yağ, protein, şeker ve tuzdan oluştuğunu belirten Canan, “Bunlar mutfakta da var, ama bunlarla oturup beyin yapamıyoruz. Asıl farkı yaratan şey, bunların karmaşık organizasyonu, şefin özel sosu” yorumunda bulundu.

• Beyindeki bağlantı sistemi, ana karnında oluşuyor. Aynı parmak izi gibi, her canlıda ayrı, kendini iki kez tekrar etmiyor. Yani dünyada nüfusu 7 milyarsa, siz yeganesiniz. İşte tam da bu nedenle eğitimde izlenen standart yöntemler çoğumuzda işe yaramıyor.

• Beyin dokusu anne karnında korkunç bir hızla büyüyor. Bebek doğduğunda karşılaşacağı koşullara hazırlıklı olmak zorunda, bu da beyinde müthiş bir hücrelerarası bağlantı demek. En sıradışı başarılar küçükken elde ediliyor; bebek sucul bir canlıyken doğduktan sonra hemen karacıl oluyor, sonra yürümeye, konuşmaya başlıyor: Bunlar çocuk beyninin inanılmaz yetenekleri. Doğduktan sonraki ilk dönem çok kritik; kullanılan bağlantılar artarken kullanılmayanlar yok oluyor.

• Beynin gelişiminde zenginleştirilmiş çevre çok önemli: Farelerle yapılan deneylerde, bazı kafeslerin içine oyun alanları yapılıyor, yani kafes uyaranlarla zenginleştiriliyor. Bu kafeslerde büyüyen farelerin daha zeki, strese dayanıklı olduğu ve çetrefilli bir beyin yapısına sahip olduğu görülüyor. Yani beyin, ilk çevrede etkileşime geçtiği uyaranlarla şekilleniyor ve gelişiyor.

• Yaşlandıkça beyin dokusu da küçülmeye başlıyor. Ancak, nörodejeneratif bir hastalık yoksa, akli meleke ve bilgelikte artış oluyor. İnsanoğlunun büyük ikilemi…

• Beynimizin öğrenmesi için duygusal bağ kurması gerekiyor. Eğitim duygulara hitap etmediğinde, bilgiye duygusal etiket takamadığımızda öğrenmiyoruz.

• Radyocu Ayça Şen, doğanın en iyi öğretmen olduğuna vurgu yaparak kendi çocukluğunu adeta bir “çocuk cumhuriyeti”nde yaşadığını anlattı. Çamur dağları içinde güreştiği, kendisinden yaşça büyük bir kızın sürekli mahalledeki çocuklara tiyatro yaptırdığı, sokakta sınırsız oynadığı, çamurun böceğin ulaşılabilir olduğu, böğürtlen toplayıp reçel yaptığı, yaramazlığın kolay olduğu bir çocukluk yaşadığını anlattı. “Aynı o fare kafesindeki gibi zenginleştirilmiş bir ortamdı… Sosyal devlette büyümüş gibi bir eşitlik vardı… Şimdiki çocukların en büyük özgürlüğü ailelerine karşı çıkmak oldu” gibi ilginç bir yorumda bulundu. Gerçekten de, çocuklar evlere tıkılıp bilgisayar başında oturmak yerine bu denli özgür bir ortamda yetişseler, çocukluklarını çocuk gibi yaşasalar, acaba çocuk psikologları ikinci bir iş arayışına girmek zorunda kalırlar mıydı?

• Oyuncu Ezel Akay da, bugünkü çocukların veri bombardımanı altında, kendisinin çocukluğunda veremeyeceği kadar zeki görünen cevaplar verebildiğini söyledi. “Bugünkü vasat zekalı çocuğu 400 yıl önceye götürsen derviş sayarlar. Çocukların zekası gelişiyor. Yeteneksiz varlık yok, ama biz ortaya çıkaramıyoruz” dedi.

• Akay, ünlü eğitimci Ken Robinson’a atıfta bulunarak, eğitim sisteminin üniversitenin kurulduğu dönemden kalma olduğunu, öğrencileri üniversite profesörü olsun diye yetiştirdiğimizi, öğrenciye “kafasını götürmek için vücudunu kullanan kişi” olarak bakıldığını belirtti. İlköğretimden matematik ve okuma dışındaki tüm dersleri çıkarıp, yalnızca yaratıcı faaliyetler, müze gezme, oyun ve ders, yaratıcılığı tetikleyecek, her bireye özel faaliyetlerle doldurmak gerektiği düşüncesini dile getirdi.

• Şu anda toplumda hakim olan görüşün “Sanatsal yetenek işe yaramaz, hobi olarak yap” görüşü olduğunu, ama aslında sanat ve zeka birleşince olağanüstü sonuçlar ortaya çıkabileceğini söyledi: “Oyuncu yeteneği ne işe yarar? Oyuncunun gözlem gücü üstün olmak zorunda. Buna zekayı ekle: Doktorun bu yeteneği gelişse tıpta fersah fersah ilerleme olur, çünkü onlar bizi insan olarak okuyan kişiler.”

• Akay, hepimizin toplam zekasının hepimize katkısı olduğunu, Internet sayesinde geleceğimizin olumlu yönde değişeceğini, toplu bir bilgiye sahip olduğumuzu vurguladı.

• Yazar Alper Canıgüz de, iletişim kurmamanın bir zeka göstergesi olabileceğini espriyle karışık şöyle anlattı: “Yunuslar 500 IQ puanına sahipmiş. Peki yunus niye konuşmuyor o zaman? Yunusum, elim yok kolum yok, bir burunla nereye kadar, medeniyet kurayım desem kuramam. Bunlarla irtibat kurarsam yapacakları ilk şey beni köleleştirmek olur, en iyisi susmak diye düşünüyor”.

• “İnsanlar ikiye ayrılır: Doktorlar ve doktor olamayanlar” : Canıgüz, yazar olarak başarı kazanmış olmasına rağmen hala annesinin gözüne giremediğini de şöyle aktardı: “Anneme göre insanlar ikiye ayrılıyor Doktorlar ve doktor olamayanlar. Hala “muteber olamadın” hissiyatı var annemde. Buraya gelirken “Kongreye gidiyorum anne” dedim, “bir doktormuşum gibi ve kadar”… “Aferin oğlum” dedi.

• “Sen mühendis ol, hobi olarak yine şarkını söyle”: Panelde, Türkiye’nin “yerini bulamamış insanlar ülkesi” olduğu, bir çok insanın yeteneğine göre yönlendirilmediği, bunun altında da “Puana yazık olmasın, çocuğa yazık olsun” gibi çarpık bir anlayış olduğu tartışıldı. Bunun sonucunda da bunalımlı ve patolojik insan tabloları ortaya çıktığı, ancak ailelerin önünde bir model olmadığından strateji değiştiremediklerini ve korktukları ele alındı.

Yorumları size bırakıyorum, bence çıkaracak çok mesaj var.

Kongrede iki gün boyunca ele alınan daha pek çok konu vardı. Bunlar da serinin üçüncü ve son yazısına kalsın…