Parklar, Bahçeler ve Oksijenli Düşünceler Tarihi

Blog Yazarı
Bahar Eriş

Bahçede Felsefe* diye bir kitap okuyorum. Tarihten on bir büyük yazar ve düşünürün parklarda, bahçelerde ve en kötü ihtimalle saksılarda keşfettiği fikirlerle ilgili ilginç bir kitap.

Özellikle Antikçağ felsefesinde, parklar ve bahçelerde gezinmek çok önemli yer tutuyormuş. Sokrates, onun öğrencisi Platon, Platon’un öğrencisi Aristoteles… Bu büyük filozofların hepsi, derslerini bahçede gezinerek anlatılarmış. Öğrencileriyle bir yandan gezinir, bir yandan bilim ve felsefe tartışırlarmış.

Platon’un okulu Academia, koruluk bir alandaymış. Aristoteles’in kurduğu Lyceum adındaki okul da, adını okul binasının içinde olduğu koruluktan almış. Ayrıca Lyceum, ilk botanik bahçesine de ev sahipliği yapmış.

Peki Helenistik dönemin önemli eleştirmenlerinden Epiküros’un okulunun adı neymiş?: “Bahçe”. Epiküros, bağımsızlığın ve bağımsızlığa ulaşmanın sembolü olarak okuluna bu ismi seçmiş. “Doğanın izinden giden her konuda kendine yeter” diyor.

Romalılar da aynı Yunanlılar gibi, bahçeleri akademik amaçlarına “alet etmişler”. Örneğin Romalı bilgin, devlet adamı ve yazar Cicero, öğrencileriyle açık havada yürür, bilimle uğraşırlarmış.

Parklarda bahçelerde gezinmenin bize ne faydası var?

Bahçede Felsefe’nin yazarı Damon Young bunu şöyle anlatıyor:

“Bahçeler zihnin dağılmasını engeller. Felsefe sosyal bir uğraştır. Ama çok fazla dış etkinin olması çılgınlığa yol açar, derin düşünceye değil.

Yunan şehirleri, Antik ve Helenistik dönemde bile gürültülü ve kalabalıktı, dikkat dağıtan çok fazla şey vardı… Ne var ki, Atinalılar için evlerine kaçmak da, bu kaostan kurtulmak için bir çare değildi, zira evlerinde de eşek, keçi ve diğer çitlik hayvanlarıyla birlikte yaşıyorlardı.

Lyceum, Aristoteles ve öğrencilerine şehir hayatının hayhuyundan kaçış sağlıyor, bu sayede mantık ve metafiziğin inceliklerine yoğunlaşabiliyorlardı…

Ayrıca Antik Yunanlılar hareketli insanlardı. İlim yapmak onlar için dışarı çıkmadan, sadece oturarak yapılan bir şey değildi.”

Ayrıca, doğayla iç içe olmak, gözlem yapmaya da olanak tanıyordu. Aristoteles, “Soyut tartışmalarla yetinip gözlemden uzak kalanlar, birkaç gözleme dayanarak hemen dogmalar oluşturmaya meyillidir” demiş. Sırf bu yüzden botanik bahçesi kurmuş. Lyceum’un bahçesinde de numuneler topluyor, analiz yapıyor, senteze ulaşıyor ve öğrendiklerini öğretiyormuş. Kısacası doğa, onun laboratuvarıymış.

Peki bugün doğanın bu nimetlerinden ne kadar faydalanabiliyoruz?

Maalesef bugün şehirli yetişkinlerin fikir üretimi oksijensiz kafelere hapsolmuş durumda. Düşünebilmek için oksijen yokluğunda kafeinden medet umuyoruz.

Çocukların durumu da pek iç açıcı değil. Onları oksijenli bahçelerde gezdirmek yerine, oksijensiz sınıflara hapsediyoruz. Dolaşmanın değil oturmanın norm olduğu bir sisteme mecbur kılıyoruz…

Oysa çocuklardan hareket etmeden düşünmelerini isteyerek, düşünmeden hareket ediyoruz! Öğrenmeyle hareket arasındaki ilişkiyi kanıtlayan sayısız araştırma var. En basitinden şu gerçeği bilmek yeter: Beynin çalışması için oksijen gerekli, oksijenin beyne gitmesi için de hareket etmek gerekli. Ama biz ne yapıyoruz? Çocuklardan oturarak düşünce üretmelerini bekliyoruz. Belki de düşünce üretmemelerini bekliyoruz, sorun orada. Üstelik biraz fazla hareket edip “düzeni bozanlar” varsa, fazla zaman kaybetmeden, yeterince gözlem yapmadan, bir an önce etiketleyip “ilaçlıyoruz”!

Sonra, oksijensiz sınıflarından çıkan çocuklar, oksijensiz apartmanlarına geri dönüyorlar. Günü, TV ya da bilgisayar karşısında hareketsiz kalmaya devam ederek tamamlıyorlar. Ipad’lerinde sanal çiftlikler kurup, sanal kuzular besliyorlar. Bitkisiz ortamlarda adeta “bitkisel hayat”lar yaşıyorlar.

Sonra soruyoruz: Bu çocuk neden obez? Bu çocuk neden sinirli? Bu çocuk neden ekran bağımlısı? Ekran başında olmadığı zamanlarda neden hiperaktif? Nedenini bilsek bile, nasıl çözeceğimizi bilememek çaresiz hissettiriyor.

Nasıl hissettirmesin ki? Etrafıma bakıyorum. Bahçeden parktan eser yok. Epiküros’un okulunun adı Bahçe’ymiş. Benim evimin altındaki kebapçının adı Bahçe. Saksı bitkileri arasında yemek yiyerek doğa özlemimi gidermeye çalışıyorum.

Avrupa şehirlerinde dolaşırken adım başı parklara, bahçelere rastlarsınız. Bizde de var, ama özel olarak çaba sarf edip ulaşmak gerekiyor: Tabii henüz alışveriş merkezine dönüştürülmemişse.

Oysa Osmanlı kültüründe doğaya, ağaca ne kadar kıymet verilirmiş. Hatta Sultan ll. Abdülhamit devrinde, Belgrat ormanlarına zarar verip ormanı tahrip ettikleri için bir köy kitle halinde sürgün edilmiş. Şimdi ağaçlar kesilmesin, alışveriş merkezi yapılmasın diyenler kitle halinde gazlanıyor… Osmanlı’nın işine gelen yanını alacaksın, işine gelmeyince gazlayacaksın.

Düşünmek demek gezi demek, park demek…

Doğa, mükemmel bir öğretmen.

Zihin dağınıklığının panzehiri.

Fiziksel ve ruhsal sağlık için faydalı.

Sakinleşmenin, odaklanmanın anahtarı.

Düşünmek ve öğrenmek için ideal ortam. Çünkü düşünmek için gezmek gerek, hareket etmek gerek, oksijen gerek.

Antikçağ bilgesi Sokrates’ten modern çağ bilgesi Steve Jobs’a kadar tüm kafası çalışan adamlar aynı yöntemi izlemiş, demek ki “aklın” yolu bir.

Çocuklarınızın Sokrates’i, Platon’u, Aristoteles’i, Cicero’su siz olun. Onlarla açık havada gezerek sohbet edin. Birlikte ormanda, parkta yürüyüşe gidin. Doğada gözlemler yapın. Taşları, toprağı, ağaçları, böcekleri inceleyin. Eve gelince bulduklarınızı, gördüklerinizi, düşündüklerinizi birbirinize, evdekilere anlatın. Hatta çocuğunuzun özellikle ilgisini çeken şeyler olduysa kitaplardan, bilgisayardan daha derin araştırsın.

Bakalım çocuğunuzda ve kendinizde ne gibi değişimler görüyorsunuz? Biraz çaba gerektirebilir, ama denemeye değer.

En azından bunu bir düşünün.

*Bahçede Felsefe, Damon Young, Can Yayınları, 2014.

Dr. Bahar Eriş